3 Şubat 2016 Çarşamba

hayattan alabildikleriniz, almak istediğiniz kadardır

yine uzun zaman olmuş parmaklarımın blog için klavye ile öpüşmesi. boş durmadım ama. yazıya iş için devam eden öpüşmelerim, özel hayatta resim için buluştu.
ister yazar çizerliğin başka bir versiyonu diyelim; isterseniz kabına sığmayan kimi insanoğlundan biri olarak taşan kısmımız..

yaptıklarımı buradan paylaşmak istedim; ancak mevcut sayfa tasarımı yeterli gelmedi.
tasarımı değiştireyim dedim, eski yazılarla görseller kendinden geçti.
baktım bu iş böyle olmayacak, web sitesi açtım. hala tamam olmasına çok yolu olsa da ilgilenmeniz adına buradan da duyurayım istedim.

ne var da ne göreceğim derseniz; işte bir kaç ipucu... daha fazlası: www.aysenurulvan.com da
yeni blog yazılarım da artık burada olacak..

 marlon brando sanatart

14 Şubat 2015 Cumartesi

YİTİRDİK; YİTİRİLDİK; YİTTİK!

Susmak da yetmiyor bazen, konuşmak da! Tükettik artık varoluşumuzu. Kelimelerimiz tükendi; duyarlılığımız tükendi. Karşı cinse, insanlığınız kaldı mı diye soruyorum; önüme iki profil çıkıyor.

Bir BABA ile, olan ya da elbet bir gün olacak olan diğer bir Baba’ya;

Ufak bir kız çocuğu, büyük emeklerle büyütülüyor. Bir babanın göz bebeği oluyor ve bir başka baba tarafından tecavüze uğrayıp, katlediliyor!

Bir baba, yuva kursun da nasıl kurarsa kursun diye evlendirdiği kızının, şiddete maruz kaldığında bile kapıyı yüzüne vurup, bir tek size inanmış, güvenmiş olan ve bir hamlenizle yıkılan o bedeni bile görmezden gelebilirken;  
Diğer bir baba, güvenerek kızını emanet ettiği adamın şiddetine maruz kalmasını çaresiz gözlerle seyretmek durumunda kalıp, devletten göremediği destek yüzünden, kızına ve torunlarına yapılan şiddeti şiddetle çözmeye çalışıyor.

Bir baba eşine ve çocuklarına ufacık bir zarar gelmesin diye hayatını ortaya koyarken, diğer bir baba hayatlarını alacak kadar zihnini karartıyor!

Bir baba kızını, onsuz kalacak zamanlarında güçlü olabilmesi, kendini koruyabilmesi için kendi gücünü bulmasında yardımcı olurken, diğer bir baba sadece fiziksel gücünü kızında göstermesi yetmiyormuş gibi, ırzına dahi geçebiliyor…

Ve Bir Kadın,

Siz hiç, her gece uyumadan önce kapınızı kitleyerek, belki de gelecek uykunun son uykunuz olduğunu düşünüp, gecelerinizi öldürülme korkusuyla gündüze bağladınız mı?

Güvendiğiniz, inandığınız, korunduğunuzu düşündüğünüz kolların bedeninizi duvardan duvara vurmalarına çaresiz atılan çığlıklarınızı ortak ettiniz mi?

Sokakta tedirginlikle sağınızı, solunuzu, arkanızı kollayarak yürürken, “sakin ol, bir şey olmayacak!” telkinleri ile korkuyla atan kalbinizi sakinleştirmeye çalışıp, atılan laflara kulaklarınızı tıkamak zorunda bırakıldınız mı?

Taksiye bindiğinizde, bindiğiniz plakayı alıp, “eşe dosta bu taksideyim” diye haber vermek ya da taksideyken birilerini aramış gibi yapıp hangi takside olduğunuzu ima eden cümleler kurmak durumunda kaldınız mı?

Otobüste, minibüste tek olmanın, durak da yalnız beklemenin endişesini hiç hissettiniz mi?

Yabancı bir elin size dokunuşunu hissedip utandınız mı hiç? ( pardon siz utanan değil, o yabancı eller daha size değmeden tahrik ve tatmin olanlardınız! )

Siz Niye Varsınız?

Sözüm sözle insanlığa gelmeyenlere -ki bu sözler de onlara zerk etmeyecek biliyorum; ama “bir umut” diyorum her defasında. Bir umut!

Belki bizler söyledikçe inanırlar, insafa gelirler, öncelikle içlerindeki kirli oluşumu öldürürler sanıyorum. Hala sanıyorum; Sanıyoruz!

X Tecavüz sırasında yakalandı diye, “yarım kaldı; tam tecavüz sayılmaz” denilerek cezası hafifletilen,

X Tecavüz ettiği kadının “ruh sağlığı bozulmadı” diye ceza indirimi alan,

X Tecavüz sırasında kadın bağırmıyorsa  “ rıza göstermiş sayılır” algısıyla cezasını düşüren,

X Tecavüzden hamile kalıp, “ zaten bakire değildi “ ile suçlanan kadının, bir de “o çocuğun doğma hakkı vardır” denilerek doğuma zorunlu kılması yetmiyormuş gibi, tecavüzcünün kadına ve çocuğa sahip çıkması halinde, cezasının affedilmesi ve zorla evlendirilmesine  götüren yolun açık olmasını atlıyorum!

Bizler; “anası tecavüz ediliyorsa, çocuk neden ölsün; gerekirse devlet bakar; tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur" diyen, zihni ve fikri insanlıkla doğmuş ama insafsızlıkla yoğurulmuş vicdansızlar tarafından yönetildiğimiz ve onlar ve onlar gibilerle yaşadığımız sürece daha çok canları yitiririz!

Bir gün kendi isminizi, bir gazete köşesinde, sosyal medya iletilerinde, televizyon kanallarında yankılanmasını ailenizin ve sevdiklerinizin duyup, görmemesi ümidiyle;

Sevginin tükendiği günlerden birinde, günün adının “sevgi” ile başladığı, tuhaf, acı, anlamsız gidişinde,


Gününüz isteyenenize kutlu, isteyeninize mutlu olsun!

9 Ocak 2015 Cuma


" Allah meleklerini tenselliği olmayan bir idraktan, hayvanlarını idrakı olmayan bir tensellikten, insanlarınıysa idrak ve tenselliğin birleşiminden yarattı. İnsanın idrakı tenselliğini aşarsa, insan, meleklerden bile daha iyi olabilirken, tenselliği idrakını aşmış bir insan hayvandan bile kötüdür. " 
                                                                                                                                     Hz. Muhammed 

25 Mart 2014 Salı

Ey Dans Sen Nelere Kâdirsin!


Bir modern dansçı değilim. Ama müzik, dans ve duygu ile tatlandırılış bir üçleme varsa, guru da kesilebilirim.

Öyle her şeyi ben bilirim; üç oyun izler tiyatrocu kesilirim, iki göbek atar dansın alasını yaparım falan diyenlerden biri olmadım hiçbir zaman.. Olanları da pek hoş karşıladığımı söyleyemeyeceğim. Hayat tek düze yaşamayı hak edecek kadar basit değil elbet. Varsa farklı bir baharat, kararınca serpiştirerek beslemek gerekiyor ruhu. Ama olmuşculuk oynayanları görünce oldurtamıyorum maalesef.

Ben de yıllardır hayatın farklı tellerinde zıplamamın nimetlerini alıyorum kendime, kendimce. Azıcık üçlemelerden beşlemelerden bir çıkarım yapıyorum yeri geldiğinde. Armut gibi bakıp, her sahne bitiminde yükselen alkışların arasına karışacak iki şak şaktan da öteye gitmemiz gerekiyor nihayetinde. Bu adam ne yapıyor; ne anlatmak istiyor; anlatabilmiş mi; varsa bir bam tellik durumu, benim bam telime dokunabilmiş mi; bir sorarım gözümün önündekine. Alırsam cevabımı ne alâ. Varsa bir törpülük yer de, “burası takılıyor; törpülenmesi gerek” de diyenlerdenim.

İşte öyle bir Cumartesi bu da..

Üniversite yıllarında çok yapardım. Kafam eser kendimi tiyatroda, sergide, söyleşide bulurdum. Avuç kadar yerdi zaten bulunduğum şehir. Sağımda solumda müzisyen, oyuncu. Ben gitmesem onlar beni akıntının içine atıverirlerdi. Döndük sonra yeniden koca şehre. Yine uzak değilim o dönemlerde sanata. Müziğin tam da göbeğindeyim. Ama dansla, tiyatro ile koptu uzunca bir süre göbek bağım. Öyle aklına estiğinde gidemiyorsun bir yere. Olmamasından değil bu sefer ama. Alternatifin çok olmasının verdiği kayboluştan; bir yerden bir yere gitmenin tahammül edilemez trafik çilesinden; iş hayatının yoğun temposundaki omuz yükünden.. Velhasıl kelam aşmaya çalışıyoruz artık bu durumları. Yaş ilerledikçe zaman daha çok kıymetli hale geliyormuş. Durduğun an, donduğun an olmadığından, duramıyorum attık; Ve duramıyor atıyoruz kendimizi bir Cumartesi gecesi Zorlu Psm’nin koridorlarına.


Ve sahnede The Forever Tango..

 Dans çeşitlerine, müzik tarzlarına bakıyorsun.. "Nereden çıkmış bunlar?" diyorsun. Her birinin kimi zaman aynı, kimi zaman farklı duygulara hitap ettiğini, ama farklı ritimlere sahip olduğunu duyuyorsun, görüyorsun. Örneğin Blues. Afrikalı kölelerin, Kuzey Amerika kolonilerine katılmaları ve ölesiye çalıştırılmaları sonucunda, ellerinde tek kalan şey’e, müziğe tutunmaları yeni bir dayanak oluyor onlara. İş şarkıları ile başlıyor ve sonra ilahileri oluyor bu haykırış. “Acının ruhani sesi” bir nebze.

Bizim topraklara atıyoruz kendimizi. Blues’a en yakın müzik türü bizde arabesk müzik. Acıları, isyanları ortaya döken babalarımız oluyor biranda; dert ortağı babalardır ne de olsa. Ezilmiş halkın bam teline dokunuyorlar. Her acı, ortaktır ne de olsa.

Müzik dururken dans durur mu peki. O da durmuyor. Şaşalı, ışıltılı salonlarda izlediğimiz Tango gibi mesela..
Sokaklardaki haksızlığın bedensel isyanıdır Tango da. Alt benliğinize seslenir. “Sen bir bireysin; Her birey kendine özgündür; her birey farklıdır; ve her fikir ifade edilmelidir” der bize.

Tango bir danstan daha fazlasıdır, gerçek bir hikâyedir ve geceye aittir Luis Bravo.

İşte ünlü müzisyen Luis Bravo da müziği, doğup büyüdüğü Arjantin topraklarının dansı tango ile harmanlıyor. Kültürüne, tutkuya sahip çıkıyor ve yaşatıyor.

Peki Luis Bravo’nun “Tarihin en başarılı, ateşli, tutkulu tango şovu” olarak tanımladığı, Broadway’de dördüncü sezonunu bitiren Forever Tango “dokundu mu benim bam telime” diye soracak olursak; içtenlikle “evet” diyemiyorum maalesef. Belki o gün ki  ruh durumlarından bilinmez ama jest ve mimikler yeterli değildi bence.Ateşi ve tutkuyu hissettiremedi bana. Danstaki yeterliliğe lafım yok ama.

Birkaç Dipnot:

 İlk perdedeki barda çıkan kavga koreografisi "–mış" gibi kalmış. İki uçan dans tekmesi değil de, dansın haşin dokunuşunu görmek isterdim o sahnede.

- Seksi kıyafetler, *Caricia’lar yeterli de *Afficionado eksik kalmış. Nerede o parmak uçlarımızdan başlayıp bütün vücudu elektrik çarpmışa döndüren duygu! Yok; olmamış.

-  Dansçılar aynı zamanda balet ve balerin sanırım. Süzülüşlerindeki asalet ve su gibi akmaları ruhu okşuyor. 

- MÜZİK; bir HARİKA. Luis Bravo soy ismini hak etmiş burada. Orkestrasını bu kadar iyi konuşturan bir müzisyene olan susuzluğumu giderdi sağolsun.


*Caricia : okşamak. Bayanın ayağı ya da bacağı ile erkeğin bedenini  hafifçe okşayarak yaptığı süsleme hareketi.
* Afficionado: Tutkun, seven

22 Mart 2014 Cumartesi

Ve her şey değişir,


Gelişme kabiliyeti varsa insanda, değişebilir de. Sıradan adımlar dans eder gibi hissettirir. Ve kalan zaman belki de bir ömre bedeldir..

Hayatımızın bir köşesinde bir yerlerinde hep olmak istediğimiz hayatlar çarpar gözümüze. Çünkü zaman gelmiş, çoklu seçimler çıkmıştır karşımıza. “B” şıkkını seçip ilerlemişizdir; ama aklımız “D”de kalmıştır. “D” imkansız, ulaşılmaz, elde edilmesi meşakatli gelmiştir.. Biz İyilikle kabullenmeyi seçtiğimiz “B” ile yola devam eder, “belki de “D”yi seçmeliydim” keşkeleri ya da pişmanlığıyla yüreğimizi darlar, içinde bulunduğumuz hayata isyan çığlıklarımızı sessiz ama derinden yükseltmişizdir.. Kimbilir?!


Zaman ne kadar geçerse geçsin, fark etmez insan. “Geç kaldım” der ve bilmediği kalan zamanlarının üzerine, ilk bir avuç toprağı kendisi atar.. Halbuki, istenileni yapmak için harcayacağın kalan zaman, belki de geçirdiğin tüm zamanlardan daha değerlidir. “-miş”li geçmiş zamanlardan sıyrılıp, “-cak”lı zamanların tınısına kulak vermenin ve kendi hayatımızın melodisini yakalamak için kolları sıvamamızın vakti gelmiş olabilir..

Yazının Olumlaması: Flaubert şöyle der; "Hayatın en güzel günleri "Daha erken" demekle geçer; sonra "Çok geç" olur.

6 Mart 2013 Çarşamba

Kendimiz Olmak


Hayat o kadar kısa ve o kadar karmaşık ki, bazen o kısacık anlarda bile kaybolduğumuzu zannediyoruz. Kaybolmamak adına koşuyoruz bazen. Hep yetişmek istediğimize ya da yetişmeye çalıştıklarımıza ulaşma gayreti içerisinde oluyoruz. Sonra yoruluyoruz farkına o anlarda varmadan. Hızla tüketiyoruz ve hızla tükeniyoruz. Ve yetememeye başlıyoruz hiç kimseye, hiçbir şeye ve en kötüsü de kendimize. Durmanın boşa geçen zaman olduğunu sanıyoruz. Oysa ne çok durmalara ihtiyacımız var, farkına varamıyoruz. Yaşanan onca şeyi özümsemek, kötüleri ayıklamak ve iyilerle yola devam etmek. Bunu yapamadığımız için ağırlaşıyoruz. Üst üste biriken sorumluluklar, kendini kanıtlayabilme çabası, hep çevreyle umarsız bir kavganın içinde "ben varım" demeye çalışma savaşı. Unutuyoruz biri kafamıza vurmadığı sürece; "insan, ancak kendiyle mücadelesinde başarıya ulaşır"ı. Özümseyerek, sindirerek, sorgulayarak kendini ve olumsuzlukları ayıkladıktan sonra yola devam etmek...
Mutlu görünümlü, mutsuz hayatların dünyası sanki burası. Mutsuzlukların farkında olup zımparalamadan hayatı, üzerine kat be kat atılan boyalı hayatların... Beklenmedik bir anda dökülen boyanın ardından görünen, solmuş, yıpranmış, ancak hala acıtan anıların... Yüzleşmekten kortuğumuzdan belki de, kaybetmekten korktuğumuzdan. Yeni kılıklara, kimliklere bürünmemiz belki de bundan. Kendi hayatlarımızı değil, başkalarının hayatlarını yaşama çabamızdan. Daha iyisi için, iyileri ödürmemizden; her şeyin bir avuç toprakla son bulduğunu unutup, yaşayan kalpleri erkenden öldürmemizden.

Her şey çok basit bir matematik aslında. Doğuyoruz + Büyüyoruz + Yaşlanıyoruz ve Ölüyoruz. Uzun yıllar ya da kısacık hayatlar yaşıyoruz bazen. Yaşadıkça yaşlanıyoruz, yaşadıklarımızla büyüyoruz(B.B). Bize ağır gelense "BÜYÜMEK"; Büyürken her şeyi daha net görmek. Okumak, "OL"maya çalışmak, iş bulmak, para kazanmak - daha fazla kazanmak, egolarımızı tatmin etmek, taktir görmek - hep görmek, ben varım demek - ben varım dedirtmek, değiştirmeye çalışmak ama çoğu zaman değişmemek; önümüze çıkanları anlamaya çalışmaktansa sözlerimizin hep diğerlerinden daha üstün olduğunu düşünmek; hep anlatmak ama hiç anlamaya çalışmamak, dinlememek; gidenin ardından sevinmek ama geleceğin ne olduğunu bilmemek, bazen "an"larda takılı kalmak - güzel "an"lar yaşanırken farkına varamamak; yenilere merhaba diyememek, eskilere güle güle; eleştiri almak yerine eleştirmek; zorluklarda suçlu aramak - onları göğüsleyecek yüreğe sahip olamamak; konuşmak yerine hep kaçmak, bazen bir bakış, ufacık bir dokunuşun bile her şeyin ötesinde olduğunu bilmemek; sevdiğimizi sevdiğimize söylemekten korkmak, utanmak, gurur denen şeyin duvarları arasında sıkışıp kalıp öteyi görememek, varlığın bir değer olduğunu ve yürekten istemenin bize verilen bir lütuf olduğunu unutup, ayağımız taşa takılsa varlığımızdan vazgeçmek.
Sorun ne istediğimizi bilmememizde; sorun başkalarını tanımaya takılıp, kendimizi ne kadar tanıdığımızı düşünmememizde. Kendimizle ilgili en basit soruların bile cevaplarına sahip olamamamızda.
Bugün ya da yarın; ama daha fazla geç kalmadan kendinize, kendinizi dinleyin. Bitişler ya da başlangıçlar hepsi aslında sizin elinizde. Elinizde ne kalırsa kalsın kendinizi sevmeye başlayın ve bırakmayın.
  :)

27 Ocak 2013 Pazar

BAŞKALAŞAN HAYATLARIN HİKAYESİ


                             Ancak UNUTULAN, DEĞİŞMEYEN 3 ŞEY; Doğmak, Yaşamak ve Ölmek.

Her birimiz ayrı hayatların birer parçası olduk ve olmaya devam ediyoruz. Ne doğacağımız yeri, ne de sahip olduğumuz aileyi seçme gibi bir durumumuz söz konusu. Bu belirsizlikte doğup yaşamaya çalışmak, farklı kültürlerin, inanışların, yaşam biçimlerinin içerisinde olmak, bizi biz yapan unsurlar. Bunları benimsememek ya da bir parçası olduğunu kabul etmek, sadece biz insanların elinde.

Doğmanın belirsizliği, gidişimizden bahsetmez. Yaşam biçimimizi bizler belirleriz. Ya yenilerini yaratırız, ya da var olana ayak uydururuz. Aslında tüm bu süreçte farklı yollardan aynı sonuca ulaşırız.

- "Doğarız",

- Farklı kültürlerde, farklı kimliklerle, farklı hayatlarda "Yaşarız"

- Ve karşı durulamayan "Sona" merhaba deriz.


 
 
Doğmak sanılır asıl olan...
 
Doğarız,
 
 Ne ailemizin nasıl olacağını,
Ne dinimizi,
Ne de hangi mezhebe ait olduğumuzu doğarken seçebiliriz.
Farklı kültürlerde yetişiriz,


Farklı hayatlarda yaşarız.
Ayak uydurmaya çalışırız.
Olmaya çalışırız,
Kendimiz olmaya,
Belki bazen oluruz
Belki de olduğumuzu sanarız.
Her şeye rağmen yaşamak için,

Çalışmamız gerekir;

Hangi koşullarda olursa olsun.
Nerede,
Ve ne şekilde olursa olsun.
Bazen renkli,

Bazen çileli.
Kimi zaman tüm bunlardan kaçmak isteriz.
Ve Kaçarız
 
 
Başka ülkelere,
Başka diyarlara,
Ama yalnızca uzaklara.

El değmeyeceğini sandığımız,

Ama değdirdiğimiz ellerimizle mahvettiğimiz.
Yarattığımız karmaşanın içinde,
Kaybolduğumuz.
Ulaşmak isterken,
Kendimizi yitirdiğimiz.
  
İster Fakir olalım,
İstersek zengin.
Doymaz, SAVAŞIRIZ.

Ve yine kaybeden biz oluruz.

Üretiriz,

Tüketiriz,

Fazlalaşınca,
Kurtulmak isteriz.

Yaşarız yinede,
Yaşlanırız.

Ve kaçamayız kaçınılmaz sondan.

Zamanlı ya da zamansız,
ÖLÜRÜZ.