25 Mart 2014 Salı

Ey Dans Sen Nelere Kâdirsin!


Bir modern dansçı değilim. Ama müzik, dans ve duygu ile tatlandırılış bir üçleme varsa, guru da kesilebilirim.

Öyle her şeyi ben bilirim; üç oyun izler tiyatrocu kesilirim, iki göbek atar dansın alasını yaparım falan diyenlerden biri olmadım hiçbir zaman.. Olanları da pek hoş karşıladığımı söyleyemeyeceğim. Hayat tek düze yaşamayı hak edecek kadar basit değil elbet. Varsa farklı bir baharat, kararınca serpiştirerek beslemek gerekiyor ruhu. Ama olmuşculuk oynayanları görünce oldurtamıyorum maalesef.

Ben de yıllardır hayatın farklı tellerinde zıplamamın nimetlerini alıyorum kendime, kendimce. Azıcık üçlemelerden beşlemelerden bir çıkarım yapıyorum yeri geldiğinde. Armut gibi bakıp, her sahne bitiminde yükselen alkışların arasına karışacak iki şak şaktan da öteye gitmemiz gerekiyor nihayetinde. Bu adam ne yapıyor; ne anlatmak istiyor; anlatabilmiş mi; varsa bir bam tellik durumu, benim bam telime dokunabilmiş mi; bir sorarım gözümün önündekine. Alırsam cevabımı ne alâ. Varsa bir törpülük yer de, “burası takılıyor; törpülenmesi gerek” de diyenlerdenim.

İşte öyle bir Cumartesi bu da..

Üniversite yıllarında çok yapardım. Kafam eser kendimi tiyatroda, sergide, söyleşide bulurdum. Avuç kadar yerdi zaten bulunduğum şehir. Sağımda solumda müzisyen, oyuncu. Ben gitmesem onlar beni akıntının içine atıverirlerdi. Döndük sonra yeniden koca şehre. Yine uzak değilim o dönemlerde sanata. Müziğin tam da göbeğindeyim. Ama dansla, tiyatro ile koptu uzunca bir süre göbek bağım. Öyle aklına estiğinde gidemiyorsun bir yere. Olmamasından değil bu sefer ama. Alternatifin çok olmasının verdiği kayboluştan; bir yerden bir yere gitmenin tahammül edilemez trafik çilesinden; iş hayatının yoğun temposundaki omuz yükünden.. Velhasıl kelam aşmaya çalışıyoruz artık bu durumları. Yaş ilerledikçe zaman daha çok kıymetli hale geliyormuş. Durduğun an, donduğun an olmadığından, duramıyorum attık; Ve duramıyor atıyoruz kendimizi bir Cumartesi gecesi Zorlu Psm’nin koridorlarına.


Ve sahnede The Forever Tango..

 Dans çeşitlerine, müzik tarzlarına bakıyorsun.. "Nereden çıkmış bunlar?" diyorsun. Her birinin kimi zaman aynı, kimi zaman farklı duygulara hitap ettiğini, ama farklı ritimlere sahip olduğunu duyuyorsun, görüyorsun. Örneğin Blues. Afrikalı kölelerin, Kuzey Amerika kolonilerine katılmaları ve ölesiye çalıştırılmaları sonucunda, ellerinde tek kalan şey’e, müziğe tutunmaları yeni bir dayanak oluyor onlara. İş şarkıları ile başlıyor ve sonra ilahileri oluyor bu haykırış. “Acının ruhani sesi” bir nebze.

Bizim topraklara atıyoruz kendimizi. Blues’a en yakın müzik türü bizde arabesk müzik. Acıları, isyanları ortaya döken babalarımız oluyor biranda; dert ortağı babalardır ne de olsa. Ezilmiş halkın bam teline dokunuyorlar. Her acı, ortaktır ne de olsa.

Müzik dururken dans durur mu peki. O da durmuyor. Şaşalı, ışıltılı salonlarda izlediğimiz Tango gibi mesela..
Sokaklardaki haksızlığın bedensel isyanıdır Tango da. Alt benliğinize seslenir. “Sen bir bireysin; Her birey kendine özgündür; her birey farklıdır; ve her fikir ifade edilmelidir” der bize.

Tango bir danstan daha fazlasıdır, gerçek bir hikâyedir ve geceye aittir Luis Bravo.

İşte ünlü müzisyen Luis Bravo da müziği, doğup büyüdüğü Arjantin topraklarının dansı tango ile harmanlıyor. Kültürüne, tutkuya sahip çıkıyor ve yaşatıyor.

Peki Luis Bravo’nun “Tarihin en başarılı, ateşli, tutkulu tango şovu” olarak tanımladığı, Broadway’de dördüncü sezonunu bitiren Forever Tango “dokundu mu benim bam telime” diye soracak olursak; içtenlikle “evet” diyemiyorum maalesef. Belki o gün ki  ruh durumlarından bilinmez ama jest ve mimikler yeterli değildi bence.Ateşi ve tutkuyu hissettiremedi bana. Danstaki yeterliliğe lafım yok ama.

Birkaç Dipnot:

 İlk perdedeki barda çıkan kavga koreografisi "–mış" gibi kalmış. İki uçan dans tekmesi değil de, dansın haşin dokunuşunu görmek isterdim o sahnede.

- Seksi kıyafetler, *Caricia’lar yeterli de *Afficionado eksik kalmış. Nerede o parmak uçlarımızdan başlayıp bütün vücudu elektrik çarpmışa döndüren duygu! Yok; olmamış.

-  Dansçılar aynı zamanda balet ve balerin sanırım. Süzülüşlerindeki asalet ve su gibi akmaları ruhu okşuyor. 

- MÜZİK; bir HARİKA. Luis Bravo soy ismini hak etmiş burada. Orkestrasını bu kadar iyi konuşturan bir müzisyene olan susuzluğumu giderdi sağolsun.


*Caricia : okşamak. Bayanın ayağı ya da bacağı ile erkeğin bedenini  hafifçe okşayarak yaptığı süsleme hareketi.
* Afficionado: Tutkun, seven

22 Mart 2014 Cumartesi

Ve her şey değişir,


Gelişme kabiliyeti varsa insanda, değişebilir de. Sıradan adımlar dans eder gibi hissettirir. Ve kalan zaman belki de bir ömre bedeldir..

Hayatımızın bir köşesinde bir yerlerinde hep olmak istediğimiz hayatlar çarpar gözümüze. Çünkü zaman gelmiş, çoklu seçimler çıkmıştır karşımıza. “B” şıkkını seçip ilerlemişizdir; ama aklımız “D”de kalmıştır. “D” imkansız, ulaşılmaz, elde edilmesi meşakatli gelmiştir.. Biz İyilikle kabullenmeyi seçtiğimiz “B” ile yola devam eder, “belki de “D”yi seçmeliydim” keşkeleri ya da pişmanlığıyla yüreğimizi darlar, içinde bulunduğumuz hayata isyan çığlıklarımızı sessiz ama derinden yükseltmişizdir.. Kimbilir?!


Zaman ne kadar geçerse geçsin, fark etmez insan. “Geç kaldım” der ve bilmediği kalan zamanlarının üzerine, ilk bir avuç toprağı kendisi atar.. Halbuki, istenileni yapmak için harcayacağın kalan zaman, belki de geçirdiğin tüm zamanlardan daha değerlidir. “-miş”li geçmiş zamanlardan sıyrılıp, “-cak”lı zamanların tınısına kulak vermenin ve kendi hayatımızın melodisini yakalamak için kolları sıvamamızın vakti gelmiş olabilir..

Yazının Olumlaması: Flaubert şöyle der; "Hayatın en güzel günleri "Daha erken" demekle geçer; sonra "Çok geç" olur.